3 Ağustos 2012 Cuma

bir güneş gibi doğ hayatıma...


bir güneş gibi doğ hayatıma, artık yeni bir gün başlasın istiyorum hayatımda...ben sensiz bir kış günündeydim, beni ısıtacak bir güneş bekledim, bekledikçe de hep yalancı güneşlere kandım, hep ısınmaya çalıştım onlarla... onlar kış günündeki güneşlerdi, kah görünüp  kah yok oldular hep...rüzgar, yağmur yüklü kara bulutlarını soktu aramıza... ben o kara bulutlar arsında kayboldum, bir ısındım bir üşüdüm...


sen kış günlerindeki güneş olma bana... yaz mevsimindeki güneş ol, artık üşümek değil iliklerime kadar ısınmak istiyorum...aramıza girmesin bulutlar, yeterki sen ol... ben razıyım senin için cayır cayır yanmaya... yeterki bir kaybolup bir var olma... hep ol, tamamen ol hayatımda...

uzun bir kış mevsiminden sonra, çiçeklerin açmasına, doğanın ısınmasına sebep olan ilk baharlar güneş gibi doğ hayatıma...cemre gibi düş içime... yavaş yavaş ısıt içimi... sadece gönlümü değil, tüm hayatımı ısıt... nisan yağmurları girmeye çalışsada aramıza; eminim, gelip geçer onlar, giremezler aramıza... ama yeterki sen bahar güneşi ol, kış güneşi olma bana... yaklaş bana dahada yaklaş;

yaz güneşi gibi ol hayatımda...bir köz ateşi gibi düş gönlüme;  kavur beni, yak beni... ben razıyım yanmaya, hele hele senin güneşinle çatlamaya... susuzluktan çatlamış toprak gibi çatlarım sevdana, suya hasret bir çift dudak gibi hasretim sevdana... erit tüm buzlarını gönlümün, ısıt onu, sevda ateşini yak gönlüme...

sevda ateşimi yak gönlüme ama, yakıp uzaktan bakma bana... yakıp kaçma benden... hep bir adım ötemde ol; elimi uzattığımda tutabileceğim yerde ol, sana sıkı sıkı sarılmama müsade et... sende uzat ellerini bana...birbirine sıkıca sarılmış iki eli hiç bir güç ayıramaz çünkü... uzat ellerini bana ve yum gözlerini... artık yepyeni bir hayat bizi bekliyor...

24 Haziran 2012 Pazar

bal arısının binlerce kez uçup, binlerce farklı çiçeğe konmasının sebebi, farklı çiçeklerden topladığı polenleri birleştirerek, her birinden farklı bir aroma, farklı bir tat katarak bal yapabilmesidir... işte bal böyle oluşur... insanlarda bal arıları gibidir aslında... her insanın karşısına, hayatı boyunca yüzlerce farklı insan, yüzlerce değişik olay çıkar... bu yaşadığımız dünyamızda rastlantı denilen bir olay olmadığına göre, demek ki karşımıza çıkan her insan veya başımıza gelen her olay; arının konduğu binlerce çiçekten biridir... bu dünya ya geliş amacımız bir sınavsa, bize sınavda oluşturduğumuz bal soruluyorsa, karşımıza çıkan her çiçek bizim sınavımızın bir parçasıdır... karşılaştığımız her insandan ve her olaydan bir ders çıkararak, yapacağımız balın içine farklı aromalar katmalıyız ki, ortaya çıkan balın lezzeti artsın...

Ey sevgili, acaba ne renkti gözlerin... mavi miydi, yeşil miydi, ela mıydı yoksa kahverengi miydi, inan ki hatırlamıyorum... aslında ne önemi var ki renklerin... renklere takılmam, o gözlerin bakışı önemli bana... içi gülen, mutlu gözlerden daha güzel bir göz var mı bu dünyada... ben o bakışlara takıldım, o bakışları sevdim sevgili... hani atalarımız "gözler yalan söylemez"derdi ya, seninkiler neden yalan söyledi bana? bakarken içi gülen gözlerin ne oldu da birden soğudu,soldu ve gitti... 

22 Haziran 2012 Cuma



bu bir sevdaydı, aşktı, sevgiydi aramızda ki... Aşk ateşinin yanması lazımdı... bu sevda ateşini, yakacak bir kibrite ihtiyaç vardı... işte o kibrit  sen oldun... senin gözlerine baktığmda, anlamıştım zaten sevdanın beni yakacağını, gözlerinin esiri olacağımı... işte orada yanmaya başladım...önce usul usul yandım... bir ateş, bir mum, bir aşk; hepsi bir arada olursa; sevdanın hiç tükenmeyeceğini, hiç bitmeyeceğini sandım... ne zaman ki çıktın gittin hayatımdan; işte o an anladım eriyip bittiğimi... bir mum gibi yandım ben, kimsenin söndüremediği ... hani mum yanınca erir ya, bende eridim; eriyip akan, göz yaşlarım oldu... ama dedim ya; sen kirbit çöpüydün... yaktın ve gittin...yanmak bana kaldı...
biz seninle, evlerin bodrumlarına atılmış eski eşyalar gibiyiz... bodrumun ayrı köşelerindeyiz; modamız geçmiş, zamanımız geçmiş, atılmış, unutulmuşuz... aslında biz seninle gramafon-plak gibiydik; biri olmadan, diğerinin bir işe yaramadığı ... şimdiki neslin beğenmediği, eski neslin evinin  baştacı yaptığı eşyalarız biz... bizimde bir zamanımız vardı her insan, her eşya gibi... şimdi ise atıldık bir köşeye... eskiler hiç ayırmazdı bizi, yeni nesil ise hiç anlamadı... biz eskide kaldık atıldık bir köşeye... başkası için çok fazla anlam ifade etmesende; benim için ayrılmazım, olmazsa olmazımdın...

21 Haziran 2012 Perşembe

hani simsiyah bulutlar kaplar ya gök yüzünü...güneş, bulutların gölgesinde kalır... bir fırtına çıkar ya rüzgar herşeyi savurur... ve ardından başlar ya yağmur,  ansızın... ıslanırsın yağmurdan, kaçacak, sığınacak bir yer ararsın ya... dinmesini beklersin yağmurun, bir çatının altında... o siyah bulutları getiren rüzgarların, getirdiği gibi götüremesini, havanın aydınlanmasını, güneşin yüzünü göstermesini beklersin...  ve bilirsinki o bulutlardan sonra gök kuşağının çıkacağını... bilirsin ve beklersin bir çatının altında... bilirsin aslındaçok uzak değildir o gökkuşağı... nisan yağmurları gibi gelip geçer o yağmur, ardından kavuşursun gökkuşağına...

ben de bekledim o gökkuşağını... bir sürü yağmur, fırtına atlattım, hep sığınacak bir çatı buldum kendime...ıslanmamı izin vermedim...en sonunda sen çıktın karşıma... kara bulutlar yerini, beyaz bulutlara bıraktı...güneş gözükürken başladın yağmaya... işte o zaman gördüm ben seni... tüm renkleri sende gördüm, sende tanıdım... beklediğim gökkuşağım sendin, onu anladım... ve attım kendimi yağmurun altına...sana kavuşmak için ıslanmam gerekliydi ama ben hazırdım ıslanmaya...  ıslana ıslana yürüdüm sana...

bir rüzgar savurdu bulutları... bulutlarla birlikte başka diyarlara gittin... ardında,  ıslak bir şekilde kaldım ben... ıslandığıma hiç üzülmedim... çünkü yıllardır beklediğim gökkuşağına ulaşmaktı benim amacım... bu yolda ıslanmayı göze almak lazımdı... ben göze aldım ıslanmayı ama sana da kavuşamadım... ama şunu anladım; bir amacın varsa hayatta, amacına ulaşmak için at adımını...ıslanmaktan korkma...hayat çok kısa çünkü bir daha karşına çıkmayabilir ardığın gökkuşağın...
mangala atılmış kömür parçaları idik seninle...  bir ateş tutuşturdu bizi...  önce usul usul yanmaya başladık seninle...  hani mangal yakarken yellersin ya mangalı, ateş tutuşsun diye... bizide tutuşturan yel, kavgalarımız oldu... kavga ederken yandık, yandıkçada  kavga ettik... ama bilmiyorduk ki biz, kavgalarla yanan ateşin bizi yok edeceğini... biz daha fazla yanmak için uğraşırken;  gün geçtikçe yok olduğumuzun farkında değildik... dedim ya biz fark etmiyorduk bitip tükendiğimizi...aradan seneler geçti... mangal yandı geçti... biz hala mangaldaki kömürleriz kabullenemezsekte... eski bütünlüğümüz, sağlamlığımız kalmadı... yanan malgaldaki kömürleriz biz,  param parça,  kırık dökük... kısacası yandık bittik kül olduk... kül kapladı her yerimizi... biz hala kömürüz ama... eskisi kadar sağlam olamasakta... hala aynı mangalın içindeyiz... üzerimizde sadece kül var... sadece bir yel lazım bize,  üzerimizdeki külü alıp götürecek... o kül kalkınca üzerimizden biz yine meydana çıkacağız... tekrar tutuşacağız... eskisi kadar olmasada tekrar yanacağız... ben sadece bizim üzerimideki külü kaldıracak kadar yel istiyorum... üzerimizdeki külü kaldırsın ama bizi tutuşturmasın... yanmayalım ama... çünkü biz bir daha yanarsak tamamen yok olacağız...eğer o yel olmazsa biz o külün altında kalacağız...
                                  HOŞÇAKAL
"işte gidiyorum" benden en çok duyduğun kelime... kelimede değil aslında bir cümle... sana sorsalar; benim hakkımda, aklında en çok ne kaldı deseler; "gidiyorum" dersin... gidiyorum dedim yine ben... daha önce sayısız kez söylediğim gibi... gidebilcekmiyim? galiba yine gidemeyeceğim... daha önce olduğu gibi... seni sevdiğim sürece nasıl gidebilirim ki ben... nasıl bırakabilirim ki başkalarının kollarına seni... canım böyle yanarken... kalbim senin için atarken, senin için sızlarken... işin kötüsü sende beni hala severken... ben yine gitmedim... gidemedim... gidemeyeceğim...ben hep buralardayım... sen başkasının ile birlikte olsan bile... çıkmadık canda ümit vardır derler ya... benim canım çıkmadı hala !!!
Aşık Olmakla Sevmek! Arasındaki Farkı Sormuşlar... Cevaplamış, Şems... Senin Baktığına Herkes Bakar Ama Senin Onda Görebildiğini Herkes Göremez!... Herkes Aşık Olabilir Ama Hiç Kimse Senin Gibi Sevemez!... Tek Fark SEN'sin... SEN'i Özel Kılan Sevdiğin Değil, Sevgin!..
 Şems-i Tebrizi
acaba gitme kal diyebilecekmisin bana... yoksa içinde kopan kıyametlere rağmen sessiz kalıp, tek kelime bile etmeden ben giderken karşıdan bakabilecekmisin... yoksa sessiz çığlıklar atıp; gitme, dur diyemeyecekmisin bana... ben biliyorum aslında senin neyapacağını... sessiz çığlıklar atacaksın, nefesin düğümlenecek, göz yaşlarında sana eşlik edecek...ağlayacaksın... gitme dur demek istesen de tüm gücünle haykırmak istesen bile o gücükendin de hissedemeyeceksin... bir elinde mektupların, diğer elinde beraber çektirdiğimiz, hepsinin bir anısı olan fotograflarımız olacak... sitem edeceksin... naletler okuyacaksın...yüreğin burkulacak ama gitme kal diye haykıramayacaksın...ama yolun sonu bu, be güzelim... uzak hemde çok uzak bir yoldu bu... daracık, ince uzun,dönemeçli bir yoldu bu güzelim... seninle birlikte elele, beraberce başladığımız bu yol artık yol ayrımında... kah güldük, kah sevindik, kah hasret çekip ağladık beraberce bu yolda... birbirimizin ellerini hiç bırakmayacaktık bu yolun başında... ama kimbilebilirdiki sonunun böyle olacağını... aslında biz seninle bir labirentin içindeydik... küçücük bir labirentti bu, bütün yolların birbirine çıktığı... çıkış yolu olmayan...hep aynı yollarda dolaştık biz seninle... hep aynı hataları yaptığımız gibi... hep saklambaç oynadık bu labirentte... hep saklandık kaçtık herşeyden... ama dedim ya labirentti bu... tüm yolların birbirine çıktığı... dönüp dolaştık, birbirimizden kaçtık ama her seferindede birbirimize çıktık... belkide hep biz istedik bu labirentte olmayı...hep birbirimize çıkmayı, birbirimizi bulmak istedik belki de...birbirimize itiraf edemesekte...senelerden beri sıkıldık aynı labirentte aynı yerleri dolaşmaktan... sıkıldık... bunaldık... üzüldük... üzdük... artık bu labirentten çıkma zamanı geldi be güzelim...birbirinin tam zıttı yönünde iki çıkış bulduk sonunda... ve biz sırt sırtayız...ya farklı kapılardan çıkıp herşey son deyip kalbimize gömeceğiz...ya da tek çıkıştan beraber çıkacağız...dedim ya ben bunun sonunu biliyorum tatlı kız... sessiz çığlıklarla, göz yaşlarımızı kendimize bir dost bilip arkamıza dönmeden, durmadan yürüyeceğiz...yolun açık olsun cici kız... allaha emanet ol...allaha ısmarladım seni...  

19 Haziran 2012 Salı

biz seninle satranç oyununda ki vezir ve şah gibiyiz... şah ve vezir hariç her taş çifttir satrançta...8 piyon, 2 kale, 2 at, 2 fil varken şah ve vezir yalnızdır sadece...birbirine muhtaçtır...bizim gibi... piyonların sadece ileri, kalelerin ileri geri ve yan, fillerin ise çapraz gidebildiği bir oyunda, vezir bu hamlelerin hepsini tek başına yapabilir... aslında vezir oyunun en önemli karakteridir... vezirsiz bir şahı korumak çok zordur çünkü...ama şah'ın gölgesinde kalır... oyun şahın yenilmesiyle biter...senin şah olduğun bir oyunda ben vezirim... vezir bu oyunda gözden çıkarılacak en son hamledir...vezir giderse sıra şaha gelir çünkü... bu oyun biter...illaki beni vereceksen oyunda, hamleni ona göre düşün...şahın olmadığı bir yerde ise vezirin olması bir anlam ifade etmez...sakın beni gözden çıkarma; yoksa yalnız, savunmasız, kimsesiz kalırsın; seni kimse benim kadar koruyamaz... ve sıra sana gelir...
hani rüzgarlar savurur ya...hava puslanır önce, bulutlar güneşi kapatır ya... önüne ne katarsa alır götürür ya rüzgar... toz toprak havaya uçuşur, denizde dalgalar sahile vurur  ya şiddetlice... hani ağacların dalları kırılır ya, kocaman ağaçlar sallanır durur ya...insan içi hüzünlenir ya bunları görünce...ardından yağmur gelir, her yeri ıslatır ya... sende böyleydin işte... önce rüzgar gibi girdin hayatıma savurdun beni sevdalar alemine, unuturdun bildiğim herşeyi, tüm doğrularımı... ve ardından gittin... yağmurla ıslanan sokaklar gibi göz yaşlarımla ıslattın beni...



hayaller; sabun baloncukları gibidir, rüzgarın etkisiyle oradan buraya uçup durur hep... bir yere değdi mi de patlar, üzülen sen olursun... sen sen ol; o balonları gereksiz kişiler için harcama ki, patladığında üzüldüğüne değsin...

11 Haziran 2012 Pazartesi

aşk nedir

aşk nedir derler... her şeyden mutlu olmaya çalışmaktır aşk... yüzünün anlamsız gülümsemesidir aşk...kelimelere sığmadan hayatı dolu dolu yaşamaktır aşk.. olmayacağını bile bile, zaaflarına yenik düşmektir aşk... şu ana kadar yapmam dediklerini, acabalar ile sorgulamak;  kırmızı çizgilerini, yeşil çizgilere çevirebilmek ve hatta çizgileri yok etmektir aşk...gönlünün beynine hükmetmesi, aklın ve mantığın olmamalı dese de, gönlün ben istiyorum demesidir aşk...duygularının esiri olmaktır aşk... .saatlerce onu düşünmek, kocaman dünya da kendini yalnız hissetmektir aşk... onun için üzülmek, göz yaşı dökmektir aşk... yemek yerken lokmalarının boğazına düğümlenmesidir aşk... yolda yürürken ya da yalnız kaldığında aklına onun gelmesi, morallerinin bozulmasıdır aşk... manasızca bir noktaya bakıp onu düşünmektir aşk... normal yaşantının; artık onsuz geçmeyeceğini fark etmektir aşk... herşeyi onunla paylaşmak isteyipte, artık paylaşmayacağını fark etmektir aşk... acaba nerde, ne yapıyor deyip kendi kedine konuşmaktır aşk... gece yastığa başına koyduğunda onu düşünmektir aşk... onu sevmene rağmen gururuna yenik düşüp ben geldim diyememektir aşk... ondan bir şey gelmiş mi diye defalarca telefonunu kontrol etmektir aşk...ayrılsan dahi, arkadaşlarının onu sormasını beklemek, onun hakkında konuşmak istemektir aşk... en önemlisi hala onu düşünürken heyacanlanıp, kalbinin güm güm atmasıdır aşk...

8 Haziran 2012 Cuma

Gönüle sevgi tohumu düsmüsse, gönül ne söz dinler nede mantik...bu tohumu kalbe düsüren allah ise; cekilen her aci ondandir... öyleyse yasadigin hüzün senin için bir sabir sinavidir...


F.SARAYKÖYLÜ

19 Mayıs 2012 Cumartesi

Tek başımayım...

tek başımayım

Evet tek başımayım ama yalnız değilim.... Beni boğan bu aşırı kalabalığın içinde tek başımayım ben... Bilirmisin tek başına olmak ile yalnızlığın arasındaki farkı...

Yalnızsan eğer; bu dünyada kimsesiz kaldın demektir... İçindeki çocukluğu, sana hep birşeyler söyleyen, seni yönlendiren o sesi kaybetmişsin demektir... Omuzların öne düşmüş, yüzünde gülümseme kalmamış, içinde yaşama sevinci bitmiş, tüm dünyaya, tüm insanlara küsmüş, tüm hayallerin yıkılmış yapayalnız kalmışsın bu dünyada demektir...

Peki ya "tek başımayım" demek ne demektir bilirmisin... Hayatında bir şeyler kaybettiğinin farkındasındır öncelikle... Kaybettiğin şeylere kabullenmiş, içindeki sesi ve çocukluğu hala kaybetmemiş, üzülen, sıkılan ama hayatla ilgili tüm bağlarnı koparmamış, mutlu olmaya çalışan, hayattan yeni beklentileri olan, yıkılmadım ayaktayım demektir...

Evet bir fırtına yaşadım ben...  Hemde büyük bir fırtına... Rüzgarlar saladı beni  şiddetlice, yağmurlar yağdı, şimşekler çaktı üzerime... Belki dallarım kırıldı; belkide üzerimdeki yapraklarım döküldü, meyvelerim düştü ama hala dimdik ayaktayım...  Dedim ya tek başımayım ben... 

Ya yalnız olsaydım; dallarım yerine gövdem kırılsaydı, ya tamamen yapraksız veya meyvesiz kalsaydım, ya beni hayata bağlayan köklerim bu kadar sağlam olmasaydı...

Ben tek başımayım bu hayatta... Köklerimi daha derine uzatmayı, gövdemi daha kalın yapmayı, dallarımı daha sağlam yapmayı öğrendim ben... Peki ya sen ne haldesin... Sen ne diyorsn haline; Yalnızmı, Tek başınamı yoksa ben hiç fırtınaya girmedim ki...

kum saati




kum saati..


canım sıkkın bu gün, sıkılıyorum sebepsizce. farklı bir şeyler yapmak istiyorum, beni mutlu edebilecek. bir kaç eski dostu aradım, sahilde yürüyüşe çıktım, kitap okumaya çalıştım ama mutlu olamadım... birden aklıma oyuncaklarım geldi. evet beni çok mutlu ederdi oyuncaklarım, her ne kadar çocukluğumda çok fazla oyuncağım olmasa da biz küçük şeylerle mutlu olmasını becerebiliyorduk... ilkokul yıllarımda her yılbaşı halam bize oyuncak alırdı...  sadece yeni oyuncaklar için çok severdim yılbaşılarını....  oldum olası beni mutlu ederdi oyuncaklarım, sırf eskimesin diye oynamaya kıyamadığım oyuncaklarım da vardı... şimdi yanımda hiç yoktu oyuncağım... ne yapmalıydım... belkide mutsuzluğumun sebebiyde buydu... oyuncaklarla oynamak beni çocukluğuma götürmüştür her zaman. içimdeki çocukluğun ölmesini hiç istemedim ben... ya kaybetseydim çocukluğumu; acaba, çocuklar gibi ağlayıp bu kadar sevebiliriydim herkesi, kendimi başkalarına sevdirmek için bu kadar çaba gösterirmiydim, en küçük olaylarla mutlu olmayı becerebilirmiydim,  en kötüsü ise yarın için umutlarım olabilirmiydi... evet  hiç kaybetmedim ben çocukluğumu, hep umutlarım oldu, hayallerim oldu... küçücük çocuklar gibi herkesi kendimi sevdirmeye çalıştım, herşeyden mutlu olmaya çalıştım...

oyuncaklarımı düşünürken aklıma kum saatim geldi... aslınca oyuncak değildi bu, bir hediye, bence içinde bir çok anlam taşıyan bir hediye idi kum saati... boş gözlerle baktığımızda aslında çok fazla bir anlam ifade etmez. onlarla ilgili aklımıza ilk gelen; altı üstü geniş, beli ince, içerisindeki çok ince taneli kumun bir delikten geçip diğer tarafına akan cam fanuslardır... ben kum saatimin karşısına geçer, kumların bir hücreden diğerine geçişini izlerdim, beni rahatlatırdı... kafam dolu olduğu, mantıklı düşünemediğim günlerde sessiz bir odaya geçer kum saatimi ters çevirirdim... o kumların diğer tarafa geçmesini izler kafamı dağıtır, rahatlardım... aslında bir bakıma farkıma varmadan hipnoz ederdim kendimi... sonrasında daha sakin olur, daha mantıklı düşünürdüm...

aslında o kum saati bana hayatı hatırlattı hep... ters çevirdiğimde hızlıca kumlar diğer tarafa geçmeye başlardı, kum bitinceye kadar izlerdim... kum bitince de kafam çoktan rahatlamış olurdu. herşeyin bir sonunun olduğunu, üzülmenin bana bir şey katmadığını anlardım... aslında hayatta böyle değilmidir, biz doğduğumuz zaman çalışır kum saatimiz, hızlıca akmaya başlar... bizim ömrümüz o kum saatindeki kumlar kadardır, biz karar veremeyiz  kumun miktarını... bir afrika sözü vardır "Sular yükselince, balıklar karıncaları yer. Çekilince de karıncalar balıkları. Kimse bugünkü üstünlüğüne ve gücüne güvenmemelidir. Çünkü kimin kimi yiyeceğine su karar verir"... bizim yaradanımız bize bir ömür biçmiş, o kum saatine kumumuzu koymuş ve saatimiz çalışmaya başlamış...biz sadece saatimizin çalışmaya başladığını biliriz, kumumuzun ne zaman biteceğini asla düşünmeyiz... zaman; o kum taneleri gibi akmaya başlar, biz çok yavaş aktığını düşünürüz ama aslında çok hızlıdır... bu gün dönün bakın geçmişinize, hatırladığınız en eski olayı, anıyı düşünün, şimdide günümüze gelin ne kadar zaman geçmiş hatırayın, sanki daha dün müş gibi değilmi... zamanın değerini biz hiç bir zaman bilemedik... şöyle düşünün tüm geçmişinizi, aklınıza neler gelcek; iyi, kötü, güzel, çirkin... bu güne kadar yaşadığımız tüm olaylardan bize kar kalan yaşadığımız mutlu anlardır...

hafta içi bir gün sabah saatlerinde dışarı çıkıp, işe giden insanları seyredelim. yüzlerinin nasıl asık olduğunu, ne kadar mutsuz olduklarını, birbirleri ile hiç konuşmadıklarını, günaydın kelimesini bile binbir güçlük ile söylediklerini gözleyelim... hafta sonu bir sabah ise bir çocuk parkına gidelim, orada oynayan çocukları gözleyelim... birbirlerini hiç tanımmayan çocukların birbiri ile nasıl hoşça vakit geçirdiğini, birbiri ile ne kadar çabuk uyum sağladıklarını, farklı oyun oynarken ne kadar mutlu olduğunu görelim... ve içimizdeki çocukluğu asla kaybetmeyelim...
yeni başlayan her gün, kum saatimizdeki kumun biraz daha eksilmesi demek. her yeni gün demek sonumuza bir gün daha yaklaştık demek... biz yaşadığımız her günü, bir önceki gün nasıl yaşadıysak öyle yaşarız, hayatımızda değişiklikler kabul etmeyiz... hayat şartlarına o kadar kaptırırızki kendimizi, hızla tükenen kumları adeta görmezden geliriz...

haydi yepyeni bir güne başlayalım. kum saatimizdeki kumun bir miktar daha eksildiğini kabul edelim öncelikle... aslında üzülmemiz gereken bir şey bu ama biz üzülmeyelim, şimdiye kadar değerini anlayamadığımız hayatı bundan sonra değerini anlayıp yaşayalım... bir insan; bir tebessüm ile kendinden bir şey kaybetmeden karşıtarafı mutlu edebilir... öncelikle güleryüzlü olmamız gerekiyor. hayat şartları ne kadar zor olsa da biz yüzümüzden gülümsememizi hiç eksik etmeyelim... yepyeni bir sabaha yüzümüzdeki tebessüm ile başlayalım, tüm arkadaşlarımıza bir tebessümle günaydın diyelim, onların bakış açısı bile değişecektir, onlarda mutlu olacaktır bundan...

yaşadığımız günü daha güzel, daha özel kılmak için sevdiğimiz insanları arıyalım, seslerini duyalım, onları ne kadar sevdiğimizi söyleyelim... böylece sevdiğimiz insanları da mutlu etmiş oluruz, yeni güne güzel bir başlangıç yapabilirler... sevdiğimiz kişilere "seni seviyorum" demekten hiç bir zaman korkmayın, duygularınızı içinize atmayın ve en önemlisi sevmekten asla korkmayın...şunu unutmayın seven bir gönül asla kötü olamaz... unutmayın kum hızlıca akmakta, belkide bunu yarın söylemek için fırsatınız olmayabilir...

bir güler yüz ve sevgi sözcükleri ile, sevdiğimiz insanların yanlarında mutlu olmaya çalışalım... hayatın sevince ve sevilince güzel olduğunu asla unutmayalım...vaktimizin değerini çok iyi anlayalım, boş şeylerle değerli vaktimizi asla harcamayalım... bunları farkına vardığımızda o kum taneleri hala aynı hızla akıyor olacak ama biz hayatı doya doya yaşarsak, o kum tanelerinin hızı veya ne kadar kaldığı bizi etkilemeyecek...

17 Mayıs 2012 Perşembe

sev gönül...


ey gönül, seni yaradan allah değilmi... o; seni sev diye yaratmadımı... ozaman neden korkarsın sevmekten, neden korkarsın acı çekmekten... sen görevini yap sev, boşver, başkası seni sevmesede olur...
F. SARAYKÖYLÜ

13 Mayıs 2012 Pazar

yusufçuk...

           bu gün yeni bir sabah, yeni bir başlangıç olabilir hayatımızda... yeni bir hayata merhaba diyebiliriz birlikte... ben seninle beraber paylaşabileceğimiz her gün yeni bir sabaha günaydın demek istiyorum... her ne kadar yanında olamasamda daha önce olduğu gibi her yeni başlayan güne, yeni günaydın mesajlarıyla uyandıracağım seni... anladımki; seni mutlu etmeye çalışmak, senin için bir şeyler yapmaya çalışmak beni mutlu ediyor... bir de senin mutlu olduğunu hissedebilirsem, ne kadar mutlu olabilirim tahmin bile edemiyorum... her şeyi unutup yeni bir hayata başlayalım bu gün... "ben-sen" değilde biz olabilmek için bir kaç adım atalım...

           ben senin yanındayken çok mutlu olmuştum güzel kız... zamanın nasıl geçtiğini bile anlayamadım... hayatımdaki en güzel, hiç bitmesin istediğim tek yürüyüş seninle birlikte galata köprüsünde yüremekti... hep televizyonda görürdüm; galata köprüsündeki balık tutanları, yalarında sevgilisi ile yürüyenleri... haırlıyorsun değilmi... ben çok mutluydum o gün, senin yanındayken çok mutlu olabileceğimi anladım... en güzel, tadını vara vara içtiğim çay yine senle birlikte içtiğim çay oldu... hayatımda ilk kez yağmur altında yürümekten zevk aldım, hatta ıslanmak bile hoşuma gitti çünkü sen vardın yanımda... seninle beraber yürüdük yağan yağmurun altında, beraber ıslandık... kar yağmış, yağmur yağmış benim için farketmez senin varlığını yanımda hissedeyimde gerisi önemli değil...hayatımın en güzel günüydü o gün... herşey için binlerce kez daha teşekkürler sana...

             gözlerinin rengini bile hatırlamıyorum senin, göz renklerine bakmadım ki... gözlerinin ne renk olduğu önemli değildi bana... bana, o gözlerin bakışı önemliydi, gözlerinin içinin gülmesi önemliydi... ben o bakışlarıda gördüm, gözbebeklerinin güldüğünüde gördüm... gözlerine baktıkça vakit hiç geçmesin istedim, nasıl isteyebilirimki... insan mutluyken, dünyanın en güzel gözlerine bakarken zamanı, herşeyi durdurası geliyor, o mutlu an bitmesin diye... ama yapamıyor işte...

           hayatımın en güzel tanışmasını yaşadım seninle... hava bile nazire yaptı, bir şeyler anlatmak istedi bize... adeta romantik bir ortam yarattı bize, şakır şakır yağan yağmurun altında yürüdük... elindeki şemsiyeyi bana vererek ıslanman benim için en değerlisiydi aslında... adeta senin için herşeyi yapabilirim ben demek istedin... ben ıslanmayayım diye sen ıslanmayı göze aldın...

         şimdiye kadar izlediğim en güzel basketbol maçını izledim yanımda sen varken... benim için oralara kadar geldin, uğultuda durulmayacak, hapisane gibi bir yerde oturup maç izledin benimle, benim için... ayrılırken gözlerine baktım ya uzun uzun... bir şeyler söylemek istedim ama söyleyemedim... söyleyemedim işte... gitme-kal, ben senin yanında çok mutluyum, seni seviyorum, seni daha çok sevmek istiyorum, senin sevgine ve varlığına ihtiyacım var diyemedim işte... diyemedim :(((  belkide uzun zamandır yaşadığım en büyük pişmanlık bu oldu... keşke söyleyebilseydim... içimden yanağına bir tatlı buse kondurmak geldi, konduramadım... galata köprüsünde yürürken elini tutmak istedim, tutamadım bir türlü... bir daha bırakmayacasına sımsıkı tutmak istedim... hani bir anne, küçük çocuğunun elinden tutar ya bir yere götürürken, başına bir şey gelmesin diye işte öyle tutmak istedim elini...

         ben seni sevdiğimi düşünüyordum ama şu acı tecrübe bana; seni sevmediğimi, seni çoooook sevdiğimi hissettirdi... evet seni çok seviyorum güzel kız... ama bu sevgi bana yetmiyor güzel kız, seni daha da çok sevmek istiyorum ben... senin yanındayken çok mutluydum ben güzel kız... seni daha fazla mutlu edip, bende çok mutlu olmak istiyorum...

          gönlüm seni sevdi güzel kız... bir ömür boyuda seni sevmek, seninle bir hayatı paylaşmak, biz olmak istiyorum seninle... bunların hepsnin olacağını göreceksin güzel kız... seni çok sevmek istiyorum ben... çok sevmek ve sevilmek istiyorum... senin ilgine, sevgine en önemlisi sana ihtiyacım var benim güzel kız... uzun hayat maratonunda seni yalnız bırakmadan sonuna kadar beraber girmek istiyorum... sadece iyi, güzel günlerinde değilde; kötü günün dahi olsa bir ömür boyu senin yanında olmak, seninle geçirmek istiyorum... her yeni doğan güneşi seninle karşılamak, her yeni güne seninle ve sevginle başlamak istiyorum güzel kız...


bilirsin yusufçuk, aşktaki tutkuyu, bağlanmayı ve ne pahasına olursa olsun vazgeçmemeyi anlatır... yusufçuk kuşları çift olarak en sağdık kuşlardır... ateşe aşık yusufçuk,aşkı uğruna bile bile kendini ateşe atar...


SENİ BİR ÖMÜR BOYU SEVMEK, BİR ÖMRÜ SENİNLE BERABER GEÇİRMEK, SENİN HAYATININ YUSUFÇUĞU
OLMAK İSTİYORUM GÜZEL KIZ...



(bak güzel kız saat gece 2 oldu... sen şimdi mışıl mışıl uyuyorsun...ben 4.5 saat sonra yeni başlayan sabaha seni uyandırma mutluluğuyla başlayacağım... 6.30 da görüşmek üzere...)

11 Mayıs 2012 Cuma

gitme kal!!!

gitme dur bekle... daha hayat yeni başlıyordu ikimiz için. bu kadar erken gidilmezki. daha yaşayacaklarımız var önümüzde, şimdiye kadar yaşayamadıklarımız... bir adım atmakla insan  hiç bir şey kaybetmezki; ben sana adım at da demiyorum... bilakis; adım atma yerinde kal yeter bana...

gitme!!!

Hoşçakal


sen hiç, sensiz bir sabaha uyandınmı? zaten insan normal hayatında uyanınca yüzü bir karış olur. huysuz ihtiyarlar gibi uyanırız gözlerimiz şişmiş, yüzümüz asık... Gün'e iyi başlamak için bir sebep ararız kendimize.  İşte bu sebep hep sendin benim için. Seni mutlu edebilmeyi düşünmek bile mutlu ediyordu beni, senin için bir şeyler yaptığımı bile hissetmem bana yetiyordu... Ben her sabah gün'e seni mutlu edebilmek için uyandım... her sabah yanında olamasamda bir mesajımla sana yakın olmak istedim, yeni gün'e ben seninle, sen benimle başla istedim... Yeni gün'e mutlu başla, güler yüzlü başla,mutlu başla istedim...   

Ben bu gün sensiz bir sabaha uyandım... sen bilemezsin tabi ki sensiz bir sabah nasıl olur... Gözlerim uykusuzluktan ve ağlamaktan kan çanağı misali kıpkırmızı. İçim tuhaf bu gün; fırtınalar kopuyor yüreğimin içinde,moralim bozuk ve aklımda sen var... Yüzüm gülmüyor, kimseyle konuşmak dahi istemiyorum, cümleler boğazıma düğümlenmiş. Kimseyle konuşabilecek moralim dahi yok bu sabah... Dokunsalar ağlıyacak gibiyim zor tutuyorum kendimi. Güneş gözlüklerimi çıkarmıyorum, kimse görmesin gözlerimi diye... İnsanlardan uzak duruyor, saklıyorum kendimi Çünkü üzülüyorum... Ve bu gün nöbetçiyim ben, tel örgülerin içinde hapisteyim adeta,özgürlüğü kısıtlanmış mahkumlar gibiyim... Aslında onların bile umutları var , görüş gününde sevdikleri geliyor ziyaretine. Peki ama beni görmeye kimler gelecek...

Sen hiç sensiz bir gün geçirdinmi?  Bir yere yemeğe gidip, önüne gelen yemekleri yiyemeden masadan kalkıp gittiğin oldumu hiç? Elinde çatal ve bıçağı tabağın içinde anlamsızca hareket ettirdiğin oldumu hiç?  

Ya da akşama kadar kendinden mesaj beklediğin oldumu hiç? akşama kadar defalarca telefonunu kontrol ettiğin oldumu? telefonun elinde olmasına rağmen kendinden şüphe edip; mesaj gelmediğini bildiğin halde, ya gelmişmi diye kontrol ettinmi peki? Ya da kontrol için "saat kaç oldu" diye kendi kendine bahaneler ürettiğin oldumu hiç. karşında duvar saati olduğu halde saat kaç diye telefonuna baktınmı hiç? Ya her baktığında senden bir şey gelmemiş diye hayal kırıklıkları yaşadınmı hiç? Her gelen mesaja acaba o'mu diye kalp atışlarının arttığını hissettinmi hiç... Senden gelen bir mesajla yüzünün nasıl gülümseyeceğini,ne kadar mutlu olabileceğini  biliyormusun sen...  Ya da yolda yürürken yüzümdeki anlamsız gülümsemenin neden olacağını tahmin bile edemezsin... Çünkü sen,seni yaşamadınki... Bir sözünle, bir mesajınla karşındakini mutlu etmenin o kadar kolay olduğunu bilemezsinki... Ya da seninle telefonda konuşmayı çok istemene rağmen heyecandan, kalp atışlarının hızını duydunmu. Aramak istemene rağmen heyacandan konuşamayacağını bildiğin için aramaktan vaz geçtinmi hiç?

Sen hiç sensiz bir gece geçirdinmi. Moralin bozuk tek başına bir yere gidip oturdunmu? Gözlerin bir yerlere boşboş baktığını,aklında sen olduğunu düşündünmü hiç... Ya da üzüntünü senle paylaşmak istedinmi hiç? Sen hiç,sensiz yatağa yattınmı, kimseler duymasın diye sessiz sessiz ağladınmı hiç? Ya da bu sıcakta başından aşağıya yorganı çekip içinde ağladığın oldumu? İçinde fırtınalar kopup bağırarak ağlayamadığın oldumu? Ya da tüm herşeyi içine atıp konuşamadığın, konuşursan bile sesinin titrediğini hissettinmi hiç?

Sen yoksun diye yatağın içinde dört dönüp uyuyamadığın, gece en sonunda sızıp kaldığın, uyuduğunda garip garip rüyalar gördünmü sen hiç... Ya da bir gecenin bu kadar uzun olduğunu, sabahın olmak bilmediğini hiç hissettinmi...

seni sevmenin nasıl bir duygu olduğunu, hayatının seninle ve sensiz nasıl olduğunu düşünüp yaşayabildinmi hiç...

Ben bunları yaşadım...Seninle hayatı paylaşmak, ortak bir hayat yaşamak istedim... Hayatıma bir renk kattın... Bana yaşattığın tüm güzellikler için teşekkür ederim sana güzel kız... Aklımda senle ilgili hep güzel şeyler olacak...
                                                                     HOŞÇAKAL   

10 Mayıs 2012 Perşembe

sevdiğimiz insanları üzmemek için neler yapmalıyız...


                                        sevdiğimiz insanları üzmemek için neler yapmalıyız...

            evet güzel bir soru aslında, insanlar neden en çok sevdiği insanları üzer... bu sorunun cevabı galiba insan psikolojisinde saklı... insanlar hayatı boyunca bir çok sevgi tadarlar... önce anne ve baba sevgisi başlar hayatında... nereye baksa onları görür, göremeyince ağlayarak onların yanına gelmesini ister... çünkü bebekler bilirler ağladığı zaman yanına birinin geleceğini... onlar yanında olduğu zaman güvende hisseder kendini... kardeş sevgisi daha sonra başlar insanda, genel olarak arkadaş sevgisinden sonra gelir bu sevgi... çünkü çocuklar kıskanır birbirini... onu bir rakip olarak görür... bunun sebebi ise ailelerdir, küçük çocuğa daha fazla ilgi gösterirler, büyük olan çocuk da; unutulduğunu, yerini birisinin aldığını düşünür... bu yüzden uzun bir süre sevemez kardeşini... yaşı büyüdükçe oyun arkadaşlığıyla başlayan yeni bir sevgi keşfeder insan... arkadaş sevgisi... bu yaştaki çocukların kalbinde kötülük yoktur, saf bir sevgiyle sever arkadaşlarını, bazende kıskanır... ergenlik çağını girmesiyle birlikte insanlar artık başka bir sevgi ararlar kedilerine... karşı cins sevgisi yani aşk... insanı en fazlada bu mutlu eder aslında...hayat birden toz pembe olup, bulatların üstüne çıkar insan... aslında yeni bir heyecandır bu... farklı bir şeydir... şimdiye kadar yaşdığı sevgilerden dolayı hayal kırıklığına uğramayan bir birey kendini onun sevgisine bırakır... ön yargıları yoktur çünkü, hiç hayal kırıklığına uğramamıştır sevgi yüzünden... insanın karşısına yanlış zamanda çıkan yanlış insanlar sayesinde sevginin her zaman gerçek olmadığını, her zaman onu mutlu etmeyeceğini öğrenir... aslında hayatı öğrenmiş olur... hayat budur aslında... biz ne kadar sevmek ve sevilmek istesekte, sevmek ve sevilmemek isteyen bir sürü insan olduğunu öğreniriz acı tecrübelerle... ve insanlar üzerinde bir ön yargı oluşur... insanlara güvenmemeye başlarlar... bu da bir psikolojidir aslında, sobadan eli yanan bir çocuğun tekrar elini sobaya deyirmemesi gibi... ama çok yanlıştır aslında... bir elin 5 parmağı bile farklıysa insanlarında farklı olduğunu kabul edip, herkese eşit mesafede yaklaşmak yada yaklaşmayıp uzakta durmak kesinlikle yanlıştır... şunu unutmamak lazım, önemli olan insanın yaptığı yanlışlardan bir ders çıkarmasıdır... önemli bir çin filozof'u olan lao tzu'nun bir sözü geliyor aklıma " tanrı size istediğiniz insanı değil, ihtiyacınız olanı verir... öyle ki bu insanlar size yardım edecek, sizi incitecek, acı verecek, sizi terk edecek, sizi sevecek ve olmanız gereken insan olabilmenizi sağlayacaktır demiştir... işte insan karşısına çıkan her kişiden ve her olaydan bir ders alıp, hayatına ona göre devam etmesi gerekir...


            bu yazıyı yazmamın amacı neden insanlar en çok sevdiği insanları üzdüğüdü, bunun yanıtını aramaya çalışıyorum ben, konu çok fazla dağılmadan bu konuya yoğunlaşalım... insanlar sevginin kalpten geldiğini düşünür...acaba kalpten mi gelir, yoksa beyinden mi gelir... düz mantık düşündüğümüzde kalbin tek görevi vardır, kanı tüm vücuda pompalamak, o zaman sevmek kalbin işi değildir, kalbin görevi farklıdır... beyinden de gelmez sevgi... kara sevdalar veya platonik sevgiler bunun ispatıdır aslında... insan olmayacağını, sonunda üzüleceğini  bile bile sever... sevgi beyinden gelmiş olsa idi hangi beyin bunu kabul ederdi... ama gönül denilen bir faktör vardır ki, kimse gönülün ne olduğunu açıklayamaz ama bilir... sevgi oradan gelir, beyinde, gönül'e söz geçiremez... bu yüzdendir zaten, insan sevince hayat toz pembedir, bulutların üzerinde uçtuğunu düşünür, mantıklı düşünemez, kimseyi dinlemez, asi olur... o zaman bu gönül, beyni tamamen saf dışına çıkarabilecek birşeydir... istediği herşeyi beyne yaptırabilecek bir güç, bir kuvvettir gönül... hani derler ya ilk görüşte aşk, o da böyle bir şeydir aslında... gönül sevmek ister, beyinde hayır diyemez buna... bu yüzden insan sevebilir nedensizce, sebepsizce... insan her zaman sevmek ve sevilmek ister... seveceği kişiyi ise gönül seçer...işte bu gönlün vereceği bir karar aslında insanın hayatını komple değiştiren bir karardır... burada da şans faktörü devreye girmektedir...


             insan sevmeye başlar...karşı tarafta sever... aradığı sevgi olan aşk'a kavuşmuştur her ikiside... daha önce söylediğim gibi, her şey toz pembedir... beyin saf dışı bırakılmış, sevgi uğruna yaşamaya başlamıştır insan... sevgilisinin hatalarını görmez, göremez, görmekte istemez, gören olupta ikaz etse bile kabullenemez... işte en büyük hatayı burda yapar insan...beyin söz hakkını tamamen gönle kaptırmıştır... birazda kaybetme korkusu oluşur insanda...kaybetmemek için elinden geleni yapar... bazende yapmacık olup, aslında hiç yapmayacağı davranış biçimlerini yapmaya başlar.... ama bu o nun doğasına, yapısına tersdir...insanın bilinçaltında şöyle bir olay gerçekleşir, ben bunu kandırayım,elimden kaçırmayayım, nasıl olsa daha sonra yapmam...yada kızdığı, sevmediği şeyleri söyleyemez saklar, bunu söylersem kızar bana yada benden ayrılabilir diye düşünür... sessiz kalmayı tercih eder... işte bir sevginin, sevdanın temelleri yanlış şeyler üzerine kurulmaya başlar... veya karşı tarafta kendisine ters gelen şeyleri kabul eder, gönül beyni bastırmıştır, seviyordur çünkü... aslında hiç olmayan başka bir kişilikle, başka bir düşünceyle yada başka bir hareket tarzlarıyla başlarlar bu ilişkiye... aslında birbirlerine attıkları en büyük kazıkdır bu ama farkında değildirler... çünkü insanlar konuşamaz, anlatamaz dertlerini hep içine atar, yeri gelir sevgisinide paylaşamaz, anlatamaz... aslında bu konuda bireyin hiç bir suçu yoktur, onu yetiştiren annelerin; çocuklarına duygularını nasıl paylaşması gerektiğini öğretmesi gerekir... aile içinde hala tabudur, bir baba, çocukların yanında eşine seni seviyorum diyemez, yada bir anne çocuklarına seni seviyorum diyemez... çocuklarına bunları veremez, çocuklar sevginin farkındadır ama mesafeli olması gerektiğini sanırlar, çünkü anne-babadan bunu görmüşlerdir... zaten bireyler, çocukken ailesinden ne gördüyse onu uygulamak ister... mesela sigara ve alkol kullanan ailenin çocuklarının büyük bir kısmı bunları kullanır, çünkü anne baba bunu yapıyorsa doğrudur... bu gün yapılan araştırmalarda; anne karnındaki 2-3 aylık bebeğin annenin bulunduğu psikolojik şartlardan etkilendiği, annenein dinlediği müziğe bile tepki verdiği tesbit edilmiştir... daha anne karnında hissetmeye başlar çocuk... çocuk alıclarını açmış, olan biteni takip etmektedir... bireyin aile içi yaşamı, aileden gördükleri aslında onun karakterini oluşturur... türk toplumunun yaptığı hatalar vardır, bu hatalarla büyür çocuk... erkek çocuk babanın davranışlarına, kız çocuk ise annenin davranışlarını izler... öncelikle bizim toplumumuzda özür dilemez kimse, hep kendini haklı bulur, karşısındaki bireyi kızdığında bağırıp çağırmaya başlar, onu dinlemez, kendini savunma hakkı tanımaz, her zaman haklı olduğunu düşünür, en önemlisi ise; ona kızdığı zaman sevgisinin bittiğini yada azaldığını düşünür... öncelikle insanların duygularını tam olarak paylaşabilmesi gerekir birbiriyle, herşeyi konuşabilmeliler... öncelikle şunu kabullenmelidir insan; karşısındaki insanı herşeyden ve herkesden daha fazla sevdiğini... bunu ona anlatmalıdır, izah etmelidir, onu ne kadar çok sevdiğini belli etmelidir...asla ve asla sevdiğini belli etmekten kaçmamalı, utanmamalıdır... çünkü sevgi utanılacak bir duygu değildir... sevdiği kişi için bir şeyler yapabildiğini göstermeli vede yapmalıdır... insan önce birşeyler yapıp, sonra karşısından istemeli beklemelidir... bizim en büyük yanlışlarımızdan biriside budur... hep karşıdan bekler, biz bir şey yapmayız... çünkü genelleme olarak tüm aile kurumları böyledir, çocuk ailesinden bunları görmektedir... gördüğü şeyleride uygulamaktadır... yani karşımızdakini sevdiğimizi utanmadan, sıkılmadan söyleyebilmeliyiz...


              iki birey bir yuva kurmaya karar verir ve de kurarlar... aslında birbirlerini çok tanıdığını sanan bu insanlar yanıldığını çok uzun zaman geçmeden anlarlar... sevdikleri kişi farklı, evlendiği kişi farklıdır... daha önce dediğim gibi insanlar, kaybetmeme korkusuyla kendilerini gizler, saklarlar... bunları yaparkende hem kendisininkini, hemde sevgilisinin hayatlarını maf ettiklerinin farkında değildir...ilk başlarda duydukları heyacan ile bu konulara fazla takılmaz kimse...alttan almaya başlar... gerek hayat şartlarındaki zorluklar, gerek iş yaşamındaki zorluklar zaten insan psikolojisi üzerinde çok etkilidir... iş yerinde mutsuz olan bir insan yada hayat şartlarında maddi sıkıntılar çeken bir insan bu sıkıntılarını ister istemez aile yaşamına sokarlar... ve insanlarda birşeyler bitmeye burdan başlar...aslında biten aşktır...insan normal hayatına geri dönmeye başlar... aslında meydana gelen olay; beynin yönetimi gönülden geri alma olayıdır... bir darbe yapar gönüle...yönetimi geri alır... karşısndaki insanın değiştiğini sanan insanlar, onu o şekilde kabullenemezler... erkeğin mutsuz olması kadınıda etkiler doğal olarak... zaten gerçek kişiliğini saklayan bu kişiler, içinde bulundukları koşullar ile beklentilerini karşılayamazlar olurlar... aşk denilen olay bir insanın diğerine duyduğu bir histir... her zaman yanında olmak ister, herşeyi onunla yaşamak ister... dedim ya insan aşıkken hayat toz pembe diye, aynen öyledir... bu aşk denilen olayın acilen sevgiye; gerçek sevgiye dönmesi gerekir... hayat koşulları ister istemez insanı mantıklı düşünmeye iter... aslında bir hayatının olduğunu, birilerine karşı sorumluluklarının olduğunu en önemlisi bir işinin olduğunu fark edersin... aşk için harcadığın enerjiyi normal hayatın için kullanmaya başlarsın... çünkü toz pembelikler bitmeye başlamış hayatın gerçekleri başlamış olur... normal olarak artık kendi hayatına dönme gereği duyarsın... bir insan evlense dahi hayata karşı sorumlulukları vardır... insan aşk için kullandığı enerjiyi, gündelik hayatı için kullanmaya başlar... bu yüzden de insanların değiştiği düşünülür... aslında insanların ayakları yere basmaya başlamış normal bir birey olmaya başlamışlardır... bu fizyolojik olay hemen hemen herkesin başına gelecektir... aşk aslında çok güzel bir duygudur ama bunu bir ömür boyu yaşatamaz kimse... görücü usulu evlenenler aslında daha mutludur aşık olup evlenenlere göre... mantık olarak görücü usulü evlilik takdir edilmesede, özellikle eski insanlar evlendiği kişiyi, evlendiği gün görmekteydi... ondan çok fazla beklentileri olmadığından hayal kırıklığına çok fazla uğramaz onu öyle kabullenirdi... direk bir yuvanın içine girdklerinden, karşı taraf hakkında hiç bir beklentiye girmez onu doğa haliyle tanımaya çalışır, ona göre hareket ederdi...

             insanlar flört dönemini birbirine kandırarak geçirdiği için, evlendikte sonra tanıdıkları kişinin o olmadığının farkına çok çabuk farkedebilmektedir... uzun senelerce flört eden kişiler evliliğinin 1. senesini doldurmadan boşandıkları ve boşanma sayılarının her geçen gün artıığı dikkate mutlaka alınmalıdır... yazımın en başında belirttiğim gibi mutlu bir çocuk için anne baba sevgisini aynı anda alması gerekmektedir. boşanmalar hem insanların kendi hayatlarını zehir ettiği gibi çocuk olması durumunda çocuğunda psikolojisini etkilemektedir... böylece toplum olarak mutsuz birey sayısı çoğalmaktadır... mutsuz bir birey gerek iş koşullarında gerekse normal hayatında, insanlara kötü davranmakta, onlarıda üzebilmektedir...
peki bunların önüne geçebilmek için neler yapmamız lazım...

1. bir ilişki yaşarken öncelikle dürüst olmamız gerekiyor...ilişkinin sürdürülebilmesi için olmazsa olmazlardandır...

2. bize değer veren bir insana yeterince değer vermemiz gerekiyor...

3. onu yeterince sevmeli ve onunda sevgisinden emin olmalıyız... ve sevdiğimizi belli etmeliyiz...

4. ilişki boyunca ben onun için neler yaptım deyip kendimizi sık sık sorgulamamız gerekli... onun için bir şeyler yaptıktan sonra, karşı taraftan bir şeyler beklemeli.. insanlar genel olarak her şeyi karşı taraftan beklemektedir.. bu da çok yanlış bir duygudur...  kendimizi sorgulayıp birşeyler yaptığımızı fark edip, karşı taraf buna kayıtsız kalıyorsa bunu onaizah etmeliyiz... taiki yaptıklarımızı başına kakmadan, nazikçe uyarmamız gerekmektedir...

5. evlilik bir yaşamı beraber paylaşmaktır... evlenen bir insan öncelikle bunu kabullenmelidir... "ben böyleyim, beni böyle kabullensin" sözü oldukça yanlıştır... hayatta her şeyin bir bedeli vardır... gerçekten mutlu olmak istiyorsanız bu bedeli göze almanız gerekir... amaç bir yaşamı beraber yaşamak, iyi kötü herşeyi beraber paylaşmaktır... insanın mutlaka fedekarlıklar yapması gerekmektedir... şöyle düşünün, karşınızda sizin en çok sevdiğiniz insan, sizide en çok seven insan... neden onun için birşeyler yapmaya çalışmıyoruz ki... şöyle düşünelim... ilk okula başlarız okulda uymamız gereken kuralar vardır uyarız, okuduğumuz sürece bu kurallar bize önce saçma bile gelse kabulleniriz... yaşadığımız ailemizin evinde bile belli başlı kurallar vardır, bunlarıda uyarız... erkek bireyler askere gider, yatma, kalkma saatleri herşey bellidir, insan adeta robotlaşır, onu da kabullenir.. bir işe gireriz, oranında kuralları vardır, onlarıda uygularız... pek çok kural bize göre saçmadır, uygulanamazdır... ama geçmişi düşündüğümüzde herpsini tek tek uyguladığımız görülür... o zaman kızsakta, sinirlensekte kabulleniriz... peki neden sevdiğimiz kişileri kabullenemiyoruz... asıl sorulması gereken soru da budur... evet soru bu... neden... evlilik ortak yaşamdır, beraber paylaşmaktır herşeyi... kararları beraber verip, beraber hareket etmektir... işte hayatımızda yaptığımız en büyük hata ise budur...herşeyi kabullenip hayatımızı ona göre sürdürmemize rağmen eşimizi kabullenemeyiz... insan; evlenmeden önce mutlaka bunu düşünmeli, hayatın boyunca ondan sıkılmadan yaşayıp yaşayamacağı kararını vermelidir.

6. insanlar yapı olarak birbirinden farklıdır... ortak yaşam alanları belirlememiz gerekir... mutlaka iki kişininde yapmaktan büyük haz aldığı ortak birşeyler vardır... bunları tesbit edip onların üzerine yoğunlaşmalıyız...

7. insan her zaman mutlu olamayabilr, mutlaka sıkıntıları olduğu dönemler olacaktır... üzerine gitmek yerine onunla konuşarak, ona yardımcı olmaya çalışmalıdır...

8. insanlar duygularını karşısındaki kişiler ile paylaşamamaktadır... bu da çok büyük bir handikaptır...insan, eşi ile her şeyi konuşabilmeli, mutluluğunu, dertlerini, sıkıntrılarını ona anlatabilmelidir... her zaman onu sevdiğini söylemeli ve sevdiğini belli etmelidir...

9.yapılan araştırmalara göre kadınların, erkeklere göre daha fazla his yüklü olduğu ortaya çıkmıştır... doğduklarından 2-3 hafta sonra bir araya toplanan bebeklere birbirinden farklı sesler dinletilmiş, kız bebeklerin, erkeklere göre o seslere 2 kat daha fazla tepki verdiği gözlenmiştir... allah doğuştan vermiştir bu hisleri kadınlara... bu yüzden kadınlar daha duygusaldır, çabucak ağlayabilirler, daha fazla ilgi bekler, şımartılmak ister... erkeklerin bu duygularıda, kadınlara göre daha az olduğundan bu konularda çeşitli sıkıntılar yaşanmaktadır... kadınların bunu bilerek, beklentilerini buna göre ayarlamalıdır... duygusal konularda kadınlar, erkeklerin 1 adım önündedir her zaman... bu üstünlüğü göze alarak beklentilerini bunu göre şekillendirmelidir...

10. yapılan araştırmalara göre psikoloklar tarafından; boşanacak çiftlere 1 aylık süreç içinde hergün birbirine masaj yapmaları söylenmiş ve bu bir ayın sonunda boşanmak istyen çiftlerin yaklaşık %70 boşanmaktan vaz geçtiği görülmüştür... vücut enerjisi; iki insanın beraberliğini sağlaması konusunda çok önemlidir... dikkat edilirse basketbol ve voleybolda oyun içinde, oyuncuların birbirine moral vermek için dokundukları sıkça görülmektedir... amaçları birbirne poziitif enerji verebilmektir... birbirni sevdiğini belli etmeyen, birbirine dokunmayan iki kişinin sonu mutsuzluktur, ayrılıktır... her gün eşinizin elini tutun, ona dokunun... saçını okşayın...onu ne kadar sevdiğinizi tekrar hatırlatın...

11.her bireyin farklı zevkleri vardır... o zevkleri onlar için kabul edin... erkek maç izlemekten hoşlanıyorsa bırakın izlesin (tabiki aşırıya kaçmadan), kadının evdiği diziler varsa bırakın izlesin... siz hoşlanmayabilirsiniz bundan, bırakında hoşuna giden şeyleri yapsın karşınızdaki kişi... ona bunu  yapma demektense farklı bir şeyler yapın bu süreçte... mesela kitap okuyabilirsiniz veya ilgi alanlarınıza göre birşeyle yapabilirsiniz...

12. evde mutlaka çiçek büyütün... o çiçeklerin sizden beklentileri su, güneş ve sevgidir... bu üçünü ona verdiğinizde büydüğünü göreceksiniz... ee o zaman eşiniz sizden ne bekliyor... ilk başta sevgi,saygı, güler yüz. bunları verin eşinize, sizin sevginizinde o çiçekler gibi büyüdüğünü göreceksiniz...

13. birbirinizin üzerinde kesinlikle baskı uygulamaya çalışmayın... üzerine gitmeyin, anlayışlı olmaya çalışın... 

14. her konuda anlaşabileceğinizi düşünmeyin asla... anlaşamadığınız noktalarda kırıcı olmadan konuşun... gerekirse o konuyu o gün değilde başka bir gün konuşun... bir birey sinirli iken diğerinin mutlaka alttan alması gerektiğini unutmayın... etki tepki prensibine göre karşınızdakini üzmeyin, o bana bunu yaptı bende bunu ona yapacağım diye düşünmeyin...

15. özür dilemekten kesinlikle çekinmeyiz... özür erdemdir, tatlı dilin yılanı deliğinden çıkardığını unutmayın...

16. geceleri kesinlikle küs olarak yatağa girmeyin ve sorununuzu o gün çözmeye çalışın...

bir insanla anlaşmak ve mutlu olmak için aslında yapmamız gerekenler bu kadar basit... birbirni sevmek isteyen iki akıllı kişi, ilk başlarda ortak noktaları olmasa da birbirleri ile anlaşabileceğini düşünüyorum... amaçları mutlu olmak ise bu kişilerin ilerleyen zamanlarda mutlaka noktalar bulma çabasına girecektir... şunu unutmayalım... bizim amacımız mutlu olmak... mutlu olmak için bir çaba göstermemiz lazım ve bunun için bazı fedakarlıklarda bulunmamız gerekiyor...daha önce söylediğim gibi evlenmenin amacı ortak bir yaşam... karşısındai kişi için bir şeyler yapabilmektir ortak yaşam... ben böyleyim, beni böyle kabullesinler diye düşünen birey hem kendini hemde karşısındaki kişiyi mutsuz etmekten başka bir şey geçmez eline...

yukarıda yapmamız gerektiğini düşünüp yazdığım herşey her iki birey için olmalıdır... bunları bir uygulayıp diğeri uygulamazsa mutlaka uygulamayan taraf zarar görecektir... şunu unutmayın birbirini seven insanların konuşarak çözemeyecekleri hiç bir problem yoktur... yeterki çözmek istesinler...




9 Mayıs 2012 Çarşamba

aynaya bakmaya ne dersin...


  • bana sormuştun; neden, o kız  banamı benziyor diye... evet aslıda sana çok benziyor... sakın sarışın olması veya gözlerinin  renginin seninkine benzemesi bakma...bakışlarına, micazına,duruşuna bir bak...

  • ben bu resme bakınca seni görüyorum... sende biraz daha dikkatli baksan göreceksin kendini...haydi beraber bakalım resme; sende kendini göre bilecekmisin acaba... üzerideki kıyafetle başlayalım önce... yok canım kirliliği falan değil, oraya daha sonra değiniriz...üzerinde kalın kıyafetler var...mevsimlerden kış sanki...kış mevsimi denince ne gelir akla; tabiki kar,yağmur ve soğuk... benim aklıma hep soğuk gelir kış denince... yalnız olduğumu hatırlarım, bir insan yalnızsa zaten hep kış mevsimindedir... hep üşür... onu ıstacak bir sevgi bulamamıştır demekki... ne kadar kötüdür, insanın içini ısıtacak bir sevginin olmaması...bir insanın yalnız olması... o yüzden kış mevsimini hiç sevmem...kışın hava kapalıdır hep; güneşi, yağmur ve bulutlar kapatır.. o kapalı hava; insana bıkkınlık verir,sıkıcılık veriri... aynı biz gibi... bir sevgi yoksa hayatımızda bizim yüzümüzde kış mevsimi gibidir... gülümselerimiz solar gider hep asık yüzümüzde...huysuz bir ihtiyar gibi oluruz... hiç yüzümüz gülmez...her şeye kızarız...eğer yalnızsan, hayatında biri yoksa yağan yağmur bile zülüm gelir insana...ıslanırsın o yağmurda, kızarsın kendi kendine...çünkü mutlu olmayı bilemezsin... ya sevdiğin varsa yanında o yağmurlu günde... onlar için kış mevsimi değildir zaten, onlar ilkbaharı yaşıyordur...  çünkü onlara göre bahar yağmurudur o... yazın geleceğinin müjdesidir... ıslanmaktan bile zevk alırlar, yanlarında sevdikleri olduğu için,mutlu olurlar... çünkü ıslansalar bile beraber ıslanırlar...

  • şimdi üzerindeki kirliliğe gelelim... arkası belli olmasada bir park olmalı... tabiki ufacık çocukların en çok sevdiği yerler parklardır... oyun oynarlar, ama en önemlisi yeni arkadaşlıklar edinirler orada... kız çocuğunun saçlarına baktığımızda dağınık olduğunu görüyoruz, yüzü falan çok kirli, tabiki üzerindeki kıyafette nasibini almış bundan... kirlenmiş... resme odaklandığımızda üzeri kirlenmiş, saçı başı dağılmış yüzünde ağlamaklı bir tebessüm bulunan ama buna karşı gözlerinin içi gülen şirin,tatlı bir kız çocuğu...

  • gözlerinin içinin gülmesi, onun çok mutlu olduğu manasına geliyor ama yüzündeki ağlamaklı bir tebessüm de var... ben bu resme bakınca ben seni görüyorum... bu kız çocuğu yeni arkadaşlarıyla oyun oynamış, üzeri kirlenmiş... ama çocuk mutlu halinden, mutlu ama annesinden de korkuyor ya bana kızarsa diye... yüzünde bir tebessüm var ama korkuları daha ağır basıyor...annesi tarafından bir dayağı hak ettiğini düşünüyor, ağlamamak içinde zor tutuyor aslında kendini...

  • işte tam bu halini sana benzetiyorum ben... bu çocuğu tekrar parka götürsek yine oyun oynar, çünkü mutlu oluyor oynarken... mutlu olmak istiyor ama olamıyor korkuları var yüzünde... mutlu olmak için bir bedel ödeyeceğini düşünüyor... bizde öyle değilmiyiz aslında... hayatta her şey için bir bedel ödemiyormuyuz... aynanın karşısına geç bir bak kendine... gözlerinin içine bak... bir düşün; gözlerinin sana ne demek istediğini... sende bu çocuk gibisin mutlu olmak istiyorsun ama korkuyorsun... seni korkutan bir şeyler var... bu çocuk bile kendisine kızılacağını bildiği halde mutlu olmak istiyor, korkusunun üzerine gidiyor... küçücük bir kız ama her şeyin farkında... ufacık bu kız çocuğu yaptığı şeyin bedelini ödemeye hazır çünkü mutlu olmayı istiyor... her şeyi göze almış... sende bu çocuk gibi ol... al herşeyi göze...mutlu olmak için herkes bir bedel ödüyor, zaten bir bedel ödemesen de elde ettiğin sevginin değerini bilemezsinki... elbet bedel ödenecek, ama bu bedel illaki insanlara üzüntü olarak gelmeyecekki... yaramaz bu çocuğu illaki annesi dövecek diye bir şey yoktur ki... belki onun mutlu olmasından anneside mutlu olacak... insan sevdiği bir kişinin mutlu olduğu bir şeye nasıl kızabilirki...

  • bak saat gecenin 2'si olmuş... ben senin için bir şeyler yapmaya çalışıyorum... benim amacım üzmek veya üzülmek değil... mutlu olmak istiyorum  ve seninle mutlu olabileceğimizi düşünüyorum... çok sevmek ve çok sevilmek istiyorum... tüm ön yargılarını bir kenara bırak... beyninin değilde gönlünün sesine kulak ver...gönlünün sesine kulak verirsen seninde gözlerin böyle gülecek... emin ol hiç birşey kaybetmeyeceğiz...denemeyince bilemezsinki kazandıklarınmı daha fazla olacak, kabettiklerinmi... dene sadece, çaba göster... gönlünün sesini dinle zaten devamı gelecek...

bu yazı sana ithafen yazılmıştır güzel kız

bu yazı sana ithafen yazılmıştır güzel kız


     oturdum yine sahile... dün akşam oturduğum koltuklarda... arkamda çok hafif bir müzik sesi, sezen aksuyu duyuyorum, adı bende saklı diyor... dün gece; ay ışığı gölgesinde tek başıma oturduğum bu yerde, bu sefer tek değilim...arkamda ve yan tarafımlarımda insanlar var... bakınıyorum etrafıma...

    sol tarafımda oturanlardan iki kişi dikkatimi çekiyor... 30'lu yaşlarda bir delikanlı, yanındada annesi olduğunu düşündüğüm yaşlı bir kadın var...birbirlerine o kadar çok benziyorlar ki; beni, onun annesi olabileceğini düşünmeme sebep oluyor... çocuk o kadar ilgi gösteriyorki annesine, gerçekten beni etkiliyor, imreniyorum... yapmacık olmayan gerçek bir sevgi bu... çocuk annesinin yanında olmasından o kadar mutlu ki gözlerinden belli oluyor... annesinle muhabbet ediyor, çayı bitince gidip çay alıyor onun için... düşünüyorum... gerçek bir sevgi bu... anne de; bu halinden memnun, çocuğunun onunla ilgilenmesinin de, onu mutlu ettiği belli...  

  hemen önümdede  40 lı yaşlada bir erkek, yanında eşi; çimlerin üzerinde yürüyorlar denize doğru... arkalarında 4-5 yaşlarında bir kız çocuğu... o çocuk, o kadar mutlu ki halinden yüz ifadelerinden belli oluyor mutluluğu... "baba baba" diye bağırıyor ardından... koşmaya başlıyor babasına doğru... elini tutuyor babasının... bir yanında babası, diğer yanında annesi ortalarında da bu çocuk... ikiside ellerinden tutmuş yürüyorlar... arkalarından bakıyorum... bir süre yürüdükten sonra durup resmini çekiyorlar kızlarının.. nasıl çekmesinlerki; ufak kız çocuğu haliden çok memnun, dünyanın en masum sevgisini yaşıyor kız...ailesinin yanında mutlu,huzurlu, güveniyor, seviyor, yanında annesi ve babası var...elinden sıkıca tutmuşlar... onlarda ilgi gösteriyor kıza... kız halinden çok memnun havalarda uçuyor... bu da gerçek sevgi... çünkü bir menfaat yok bu sevgide...

   insanın bu dünyada elde etmeye çalıştığı ama bulamadığı tek şey geliyor aklıma, o kız çocuğuna ve yanımdaki anne-oğul'a bakerken...  gerçek sevgi...menfaatsiz, karşılıksız bir sevgi bu...

    sahi; bu insanlar hayatı boyunca ne bekler, ne ister... belki bir çok şey isterler, beklerler ve hatta elde ederler... ama elde ettikleri herşeyin yanında birgerçek sevgi yoksa, aslında yapayalnızdır koskoca  bu dünyada...insanlar hayatıları boyunca birilerini sevmek ve sevilmek ister... küçücük çocukların, nasıl kendini sevdirme için çaba gösterdiklerini bilirsin, yada bir annenin çocuklarına olan sevgisini... ama bu sevgiler yetmez insana, insanın aradığı sevgi bir başkadır...insan hayata önce anne baba sevgisi ile başlar sonra kardeş ve arkadaş sevgisini tadarlar... her sevginin yeri bambaşkadır ve her sevgi olmazsa olmazdır... ama aslında aradığı sevgi bu değildir... bir süre sonra bu sevgiler yetmez insana, hep daha fazlasını bekler, ister... şimdiye kadar sevgi duyduğu kimseden zarar görmeyen kişiler; aradığı sevgi olan "aşkı" bulunca, karşısınaki insanada güvenir nedensizce... çünkü; sevdiği insanlardan onu üzen olmamıştır şimdiye kadar, o yüzden ön yargıları yoktur, herkesi doğru insan zannederler... yanlış zamanlarda; karşısına çıkan yanlış insanlar sayesinde, en fazlada bu sevgi yüzünden zarar görür insanlar, acı çekerler... sonrada ön yargılar oluşur ve başkalarını sevmeye korkarlar... ama ön yargıları oluşurkende şunu düşünmezler; şimdiye kadar yaşadığı ve kendine yetmeyen sevgilerden zarar görmeyen bir insan, nasıl ön yargısızca karşısına çıkan bir insanı sevmesi yanlış ise de, ondan sonra hayatına girecek insanada; bana zarar verir düşüncesiye yaklaşmaması, mesafeli durması yanlıştır... bir kişinin yaptığı bir yanlış yüzünden bir başka kişiler asla suçlanmamalıdır...

    gerçek sevgiyi bulmak o kadar zor ki, insanın karşısına her zaman çıkmaz...zaten hayatta böyledir, istediğin an istediğin şeylere ulaşamazsın, mutlaka bir yanın eksik kalır, gedik kalır... insan, bu sevgiyi bulsa da bir süre sonra sıkılır bundan çünkü insanlar doyumsuzdur, ellerindekinin değerini bilmezler asla... hep daha fazlasını bekler ama beklerken kendisi daha fazlasını vermez... işte bu yüzden yaşanır tüm mutsuzluklar... elindekinin değerini bilmezler hep daha fazlasını isterler, beklerler... bu yüzdende; hayatta en çok sevdiği insanı üzerler devamlı... bir insan en sevdiği insanı nasıl üzer acaba yada üzünce ne geçer eline... bunların farkında bile değildir çünkü... hayatında ters giden bir şeyler vardır ve bunun acısını sevdiklerinden çıkarır... onların suçu ne kimse bilmez, kendiside bilmez bunu...insanlar sevdikleri insanları kırabileceğini düşünür hep...ve de hep kırarlar... yanlış yaptıklarının farkında değildirler hiç bir zaman... insanlar özür dilemez çünkü hata yapmadığını düşünür... insanlar karşısındakinin fikirlerini kabul etmezler çünkü her zaman kendilerinin haklı olduğunu düşünürler... ve böylecede birbirini canından çok seven iki insan bir anda herşeyini bitirir...çünkü tahammülleri kalmamıştır hiç bir şeye... aslında sevgi tahammüldür, katlanmadır, saygıdır, bir hayatı beraber paylaşmaktır, karşındakini üzmemektir, onun için bir şeyler yapabilmekdir, onun için bir şeylerden vaz geçebilmektir, ona ilk günkü gibi sarılabilmektir, ona ilk günkü gibi davranabilmektir, ilk günkü gibi elele dolaşmaktır sokaklarda, yağmurun altında beraber ıslanabilmektir, beraber yemek yapmaktır, beraber araba temizlemektir, o kadın işi, bu erkek işi demeden birbirine yardım etmektir, beraber bir şeyleri paylaşmaktır, beraber bir şeyler yapmaktır ve en önemlisi karşındaki kişinin sözlerine alınmamak!!! , hatalarını her zaman af edebilmektir, inat etmemek ve onu her zaman, her şartta sevmektir...

  seni her zaman gerçekçi bir sevgiyle sevmek, bir hayatı seninle paylaşmak, mutlu etmek ve mutlu olmak istiyorum güzel kız...

bir mektup yazsam sana uzaklardan...

bir mektup yazsam sana, içinde seni ne kadar çok sevdiğimi, duygularımı anlatan, gözlerine baktığımda neleri gördüğümü, neleri hissettiğimi, yanındayken ne kadar çok mutlu olduğumu anlatan, zamanın yanında ne kadar çabuk geçtiğini, sana doyamadığımı anlatan bir mektup...

bir güvercin ile yollasam sana bu mektubu...ayaklarına iliştirsem bu mektubu...içinde duygularımın olduğu... haberleşmi imkanının olmadığı zamanlardaki gibi...bir posta güvercini ile yollasam... bakınca insana huzur veren, güven veren hemde bembeyaz bir posta güvercini.. buradan uçmaya başlasa sana doğru... dağları, tepeleri, denizleri geçip gelse... onun her kanat çırpışında keşke sana yaklaşabilsem adım adım...
kanat çırpsa masmavi gök yüzünde... hemde hiç durmadan dinlenmeden... hızlı hızlı kanat çırpsa o mektubu sana ulatırabilmek için...aslında o da hissetmiştir, çok önemli bir görevinin olduğunu, anlam yüklü, duygu yüklü, sevgi yüklü, özlem yüklü bir mektubu sana ulaştırması gerektiğini... o da farkındadır dünyadaki en güzel kelimelerin, en özel cümlelerin sevgi üzerine kuurlduğunu... sevmenin ne kadar güzel bir duygu olduğunu...

masmavi gökyüzünde kanat çırpsa sana doğru, uçsa hiç durmadan, ayağındaki mektupla...o çok güzel bir bahar gününde havada bembeyaz güvercini gören herkes önce umutlanıp  acaba banamı geldi? diye düşünürken mutlu olacak, güvercinin durmadan uçtuğunu görenler sonra üzülecek ve daha sonrada seni merak edecek; acaba kime gidiyor bu mektup diye... en sonunda da kıskanacaklar seni, bu zamanda hala böyle bir sevgi varmı diye... o güvercin her kanat çırpışında sana biraz daha yaklaşıyor olacağım ben...

tüm gün sana uçacak o güvercin, gecede hiç durmayacak; yıldızlara, aya bakıp yön bulacak... sabahın ilk saatlerinde senin evini bulacak, sen yatağında mışıl mışıl uyurken... önce senin melekler gibi uyumanı seyredecek, uyandırmaya cesaret edemeyecek... bir an evvel mektubumu ulaştırmak için hiç durmadan, dinlenmeden sana  uçmasına rağmen bölemeycek uykunu...

sen melekler gibi mışıl mışıl uyurken yatağında, birden uyanacaksın manasızca...içinde bir mutluluk olacak ama sebebeni anlayamayacaksın... güzel bir rüya görüp uyandığını düşüneceksin...gözlerini açtığını gören o güvercin camını tıklamaya başlayacak senin... tıklama sesini duyacaksın ama önce anlamayacaksın... o sıra gördüğünü sandığın rüyayı düşünüyor olacaksın...

sonra kafanı kaldırıp pencereye doğru baktığında bir güvercin göreceksin; bembeyaz, yorgun argın, tüm mecali tükemmiş...arkasındada güneşin yeni doğmak üzere olduğunu görecesin... yeni bir gün başlıyor olacak... uykulu gözlerle güvercine bakacaksın... sonra anlayacaksın sana geldiğini...sana bir şeyler söylemek istediğini...

yatağından bir çırpıda fırlayıp pencereye koşacaksın... açacaksın pencereyi usulca, güvercini ürkütmemek için... pencereyi açında birden üşüyecek, titreyeceksin sabah serinliğinden...elini uzattığında güvercine doğru ayağındaki mektubu göreceksin, sana manalı manalı baktığını fark edeceksin... için cız edecek önce, kalp atışalrının hızlandığını hissedecek, birden içine bir sıcaklık bastığını fark edeceksin...

bir çırpıda elini uzatıp mektubu alıp okumaya başlayacaksın... yüzünde bir gülümseme oluşacak  önce, deli bu çocuk yaaa diyeceksin; tıpkı şimdi olduğu gibi..........

evet deliyim ben güzel kız...
senide deliler gibi sevmek istiyorum...